21 Nisan 2010 Çarşamba

Haftasonu İstanbul

Cuma günü erken firar edip işyerinden düştük yollara. Kaptan şoförümüz HoAmca, kopilotumuz Eowyn ile birlikte Cukor ve ben de arka koltukta yerimizi almıştık. 4 saatlik bir yolculuktan sonra köprüden önce son çıkıştan dönüverdik. Biz Beylikdüzü’ne doğru metrobüse binerken HoAmca ve Eowyn de Göztepe’ye doğru kırdılar direksiyonu. Beylikdüzü’ndeki aile ziyaretinin ardından Cumartesi öğlene doğru kahvaltımızı ettikten sonra Tosun ile buluştuk Kabataş İskelesi’nde. İstikamet adalardı. HoAmca ile Eowyn’in de bize eşlik edeceğini düşünmüştük ancak onların IKEA mesaisi sabah erken saatte başlamıştı ve bitecek gibi de görünmüyordu.
Kınalıada, Heybeliada, Eşek Adası, Tavşan Adası derken sonunda Büyükada’ya ulaştık. Bulutlu ve rüzgarlı havaya rağmen kısmen kalabalık vardı. Küçük bir yürüyüşün ardından acıktığımızı farkedip deniz kenarında oturduk bir restorana. Menüde tabi ki balık vardı. Karnımızı doyurduktan sonra faytona binme zamanı gelmişti. Aslında etrafta gördüğümüz park ve hareket halindeki bisikletler bisiklet turunun da gayet keyifli ve güzel olabileceğini düşündürmüştü bize ancak bunun için ne zamanımız ne de o kadar enerjimiz vardı. Keyifli bir fayton turundan sonra güzelim külahlarda dondurma yemeyi ve bisiklet turunu bir dahaki sefere bırakarak Bostancı’ya doğru yola çıktık. Oradan da Kadıköy’de muhabbete başlamış olan HoAmca ve Eowyn’in yanına. Gece yarısına kadar güzel bir muhabbet ortamında sıcak bir sohbet bizi bizden aldı götürdü, kah geçmişe kah geleceğe.
Geceyi Tosun’un Beşiktaş’taki boğaza nazır yalısında geçirdiktan sonra yine boğaza nazır bir kahvaltı ettik ertesi sabah. Vakit yaklaşıyordu artık, Kadıköy’e geçmeli ve maçın havasına girmeliydik yavaştan. Ancak yapılacak son bir şey kalmıştı. Geçen sefer ki İstanbul seyahatimizde eksik kalmıştı, Yerebatan Sarnıcı’nı görememiştik. Daha doğrusu Cukor görmemişti ve ille de görelim görelim diyip duruyordu uzun zamandır. Maça gidiyoruz diye çıktık yola Gülhane’ye geldiğimizde ancak farketti nereye gittiğimizi. Yerebatan’da yapılan ufak bir turdan sonra Eminönü üzerinden elde turşu sularımızla geçtik Anadolu’nun en güzel semtine.
İskeleden salındık Boğa’ya doğru. Oradan Lefter’e selam edip Yoğurtçu Parkı’nda iki bardak çay söyledik mutlu çiftimizle. Kuzenlerin ve Ankara ekibinin de katılımıyla başlayan Bade’ye mi gitsek Kadeh’e mi tartışmalarının arasından sıyrılıp eşyalarımızı bıraktıktan sonra Fenerium’da aldık soluğu. Bu arada da ekip kendini bulmuş ve Nazlı’nın Yeri’ne dönmeye karar vermişti. Fenerium’a girer girmez kadronun aranan ismi Raistlin ve eşini de orada bulduk. Üzerlerine sarı-lacivert birşeyler alıyorlardı. Biz de ihtiyaçlarımız dahilinde birkaç parça aldıktan sonra Cukor’a da güzel bir Fenerbahçe Acıbadem forması alarak Fenerium’un günlük cirosuna katkıda bulunduk.
Nazlı’nın Yeri’ne ulaştığımızdan ekip tamamlanmıştı. Tezahüratlar, meşaleler eşliğinde güzel muhabbetler, maça dair değerlendirmeler, fotoğraf çekinmeler, şişe çevirmeler gırla sürüp gitti. Saat 16 gibi herkesin beklediği üzere bendeniz arızayı verdi ve hadi gidelim tribündeki yerimizi alalım diye söylenmeye başladım. Önce bir şeyler atıştıralım, derken üstüne bir de cila yapalım derken yine saati 17 ettik ve sonrasında yavaş yavaş stadın yolunu tuttuk. Ayrılmadan önce erkek voleybolcularımızı ellerinde kupa ile Nazlı’nın Yeri’nden geçerken durdurup uzun bir süre alkışladık oradaki kalabalıkla birlikte.
İçeri girişimiz sorunsuz oldu. Rahatça kurulduk tribünlerin üst katının maratona yakın tarafına. Ancak bu kale arkalarındaki kombine olayları maç boyunca canımızı sıktı. Cukor ile benim oturduğumuz koltuklar hariç hepsinin bir sahibi çıktı ve sürekli yer değiştirmek zorunda kaldı ekip. Owner, Alkolik ve Apo ise karşı tribünde yerlerini almışlardı.
Maç öncesinde planlandığı gibi Sarı Melekler alkışlanacaktı. Ama onlardan önce kupalarıyla erkek voleybolcular çıktı sahaya. Bütün tribünler ayakta alkışladık kadın ve erkek voleybol takımlarımızı. Gerçekten güzel bir sahneydi. Sonrası bildik siyah beyaz yuhlamalar, sarı lacivert alkışlar, oleyler, şarkılar, marşlar ve inleyen nağmeler ve bir mahzun mor menekşe. Ama en güzeli, ille de “Sen kalbimin mehtabısın güneşisin, Sen ruhumun vazgeçilmez bir eşisin, Bir şarkısın sen ömür boyu sürecek, Dudaklarımdan yıllarca düşmeyecek”.
Maça başlamadan ne olduğunu bilmediğimiz bir koreografinin parçası olduk. Meğersen yakmışız dünyayı habersizce. Santrayla beraber omuz omuza yaptık sevdiceğimizle, daha ilk dakikada golü bulduk ve gol sevincimizi ilk O’nunla paylaştık -O, daha ne olduğunu anlamadan, replay yok mu diye sormadan. Sonrasında gidip gelen bir maç. İkinci golü bulamamanın verdiği stres, kaçırdığımız goller, Toraman baskısı, sigara dumanı, hakemin yavaş yavaş kontrolü kaybetmesi, net göremediğimiz penaltı, niye kazıldığını anlamadığımız bir çukur ve çömelmiş beklerken, Volkan’ın topa bakarak atlamasını dilerken, O’nunla birlikte sola doğru uzanıp topu dışarı yumruklayışımız.

Gerisi mutluluk, gerisi sevinç, gerisi gülen yorgun gözler.

Hiç yorum yok: