1 Eylül 2009 Salı

Gezi Yazıları - Karadeniz Turu - Bölüm 3

Çayeli’nden öteye giderum yali yali…

Ama yolunuz Çayeli’ne düşüyorsa saat kaç olursa olsun Lale’ye veya Hüsrev’e uğrayıp meşhur ve leziz kuru fasulyesinden yemeden geçmeyin öteye. Biz Camili’den Uzungöl’e geçerken henüz saatler 12 olmamışken giriverdik Çayeli’ne. Ana cadde boyunca ilerledik ve sonunda Lale Restaurant’ı bulduk. Herkese birer porsiyon kuru fasulye, ortaya salata, turşu, pilav ve fasulye kavurması. 3 porsiyon kuru fasulyenin ikisini ben yedim :) Çiko sevmezmiş pek, ne diyeyim kendi kaybeder.

Rize merkezden son kez geçerken Rize Kalesi de görmeden gitmeyelim diye çıkıyoruz kaleye. Kalenin içini gayet güzel yapmışlar. Yeşillik alan, banklar, masalar, büfeler, semaverde çay. Bütün Rize ayaklarınızın altında, dağlarda çay yeşili denizde gök mavisi. Yarım saatlik bir çay molası verip bu güzelliğin tadını çıkarıyoruz, tavşankanı çay kıvamında. Bana sorarsanız Rize il merkezi bazında Karadeniz’in en güzel ili.
Of çekerek düşüyoruz yine yollara, Of üzerinden Çaykara’ya oradan da Uzungöl’e. Telefonlarını aldığımız birkaç pansiyonu, moteli arıyoruz ancak onlarda yer bulamayınca yol üstünde gördüğümüz yerlere soruyoruz. Sonra İnci Motel çıkıyor karşımıza ve yerleşiyoruz. Çoğu pansiyon ya da motel gibi burası da ahşaptan ve gölün güneyinde yer alıyor. Asıl köy ise gölün kuzey tarafında ve yamaçta, merkezin biraz üzerinde. 1090 metre yükseklikte olan Uzungöl, yamaçlardan düşen kayaların Haldizen deresinin önünü kapatmasıyla oluşmuş ve bundan sonra da insanların dikkatini çekmeye başlamış. Birçok yerli ve yabancı turist Doğal Sit Alanı, Özel Koruma Çevresi ve Tabiat Parkı gibi koruma statülerine sahip olan bölgeyi ziyaret ediyor yaz kış. Motele yerleştikten sonra akşam yemeği için dışarı çıkıyoruz. Tereyağında balık ve salata var menüde.
Ertesi gün temiz ve serin havanın tadını çıkarıyoruz bütün gün Uzungöl’de. Gün boyu yağmur çiseliyor. Uzungöl o zaman kadar uğradığımız bütün yerlerden serin, ben bile üşüyüp polarımı alıyorum üzerime. Göle hafif yukarıdan bakan, atıştırmak için gözleme çay yiyip içerken göle düşen yağmur damlalarını izleyebileceğiniz güzel bir cafe var. Gölün güneyine sanırım bölgeye biraz daha renk katmak için suni şelaleler yapmışlar. Oradan dönerken meşhur Anzer Balı satan Ahmet abiye rastladık. Gevezeliği ile zaten almaya niyetli olduğumuz güzelim ballarından sattı bize. Bayanlar her yerde olduğu gibi pansiyonlar bölgesinde bulunan bütün hediyelik eşya dükkânlarına girip çıktılar. Onlarla birlikte ben de tabi ki.
Gölün kuzeyi ile güneyini birleştiren toprak bir yol vardı önceden, araçlar dâhil bu yolu kullanırlardı. Ama belediye bir düzenleme yapmış ve gölün o kıyısını doldurarak yolu genişletmiş ve sanırım sonunda da asfalt dökülecek. Açıkçası gölün doğal yapısını bozmuş bu yol. Ayrıca, gölün bir kenarına dolgu yapıldığı için gölün ekosistemine de zarar vermiş olması muhtemel.

Bir de Uzungöl Camii var ki sanırım Ortaköy Camii’nden sonra ikincidir, ün bakımından.
İki günlük Uzungöl çıkarmasından sonra artık yavaş yavaş Ankara’ya doğru yaklaşma zamanımız gelmişti. Yol üzerinde uğrayacağımız yerler olduğu için ertesi sabah erkenden düştük yola. İstikamet Sümela Manastırı idi.

Taşlı Maçka yollarından geçip ufak birkaç tesisin bulunduğu, manastıra yürüyerek çıkılan patika yolun başına ulaşıyoruz. Aslında araba yolu da yapılmış, manastıra yakın bir yere kadar arabayla çıkılabiliyor ancak biz işin tadı bu patikadan çıkmak diyerek yaya yolunu tercih ettik. Yarım saatlik zorlu bir patika tırmanışının ardından manastıra ulaştık. Gerçekten yüksek ve görülmeye değer. Bunu buraya nasıl yapmışlar diye şaşırıyor insan.
Efsaneye göre, Atina'lı iki keşiş aynı rüyayı görmüşler; rüyalarında, İsa’nın öğrencilerinden Aziz Luka’nın yaptığı üç Panagia ikonundan, Meryem'in bebek İsa’yı kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olarak Sümela'nın yerini görmüşler. Bunun üzerine birbirlerinden habersiz olarak deniz yoluyla Trabzon'a gelmiş, orada karşılaşıp gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmış ve ilk kilisenin temelini atmışlardır. Bununla birlikte manastırdaki fresklerde sıkça yer alıp, özel bir önem verilen Trabzon İmparatoru III. Alexios’un (1349-1390) manastırın gerçek kurucusu olduğu sanılmakta imiş.
Sonra bir de böyle bir tarihi eserin içine nasıl etmişler diye de şaşırıyor insan. Zira bütün figürler delik deşik edilmiş. Yazılar yazılmış, grafikler çizilmiş üzerlerine. Sonra restorasyon yapalım biz buraya demişler ve tahmin edin ne olmuş. Sanki mahallenin çocukları gelip okulun duvarlarını boyar gibi boyamışlar manastırın kilisenin duvarlarını. Maalesef perişan olmuş Sümela Manastırı.
O patikayı çıkıp inmek bizi hayli yormuş olmalı ki iner inmez derenin üzerindeki restorana oturup yemek siparişi veriyoruz. Çaylarımızı da içtikten sonra düşüyoruz tekrar yollara. Trabzon Vakfıkebir’de güzel bir fırında durup en büyüklerinden Trabzon Vakfıkebir Ekmeği alıyoruz ki tadı ve kokusuyla lezzetli bir ekmektir ve de uzun süre bayatlamadan bekleyebilir.

Giresun’a doğru ilerledikçe bulutlar kararmaya ve çok geçmeden de silecekleri son ayarda çalıştırmamıza sebep olacak kadar şiddetli yağmur yağmaya başlıyor. Havanın da kararmasıyla birlikte Giresun Tirebolu’da konaklamaya karar veriyoruz. 7 odalı Tirebolu öğretmenevini zor da olsa buluyoruz. Eşyaları indirene kadar sırılsıklam ıslanıyoruz. Akşamı Çiko çekirdekleriyle, Cukor kare karalamaca bulmacasıyla, ben de kitabımla öğretmenevinin okuma odasındaki televizyonun önünde geçiriyoruz. Çaylar bir alt kattaki lokal gibi de kullanılan çay ocağından geliyor.
Ertesi sabah erken vakit kalkıyoruz. Öğretmenevinde kahvaltı olmadığı için deniz kenarında yapalım bu son gün kahvaltımızı diye hevesleniyoruz. Deniz kenarına inmeden Tirebolu’nun meşhur 42 numaralı çayından alıyoruz birer kilo. Burada bulunmayan bu çay orda her markette satılıyor. Bu arada arabanın bagajı ve arka koltuğu dolup taşıyor bütün bu ekmek, çay, hediyelik eşyalar, kumanya, abur cubur, kornişon turşu ve çekirdekten dolayı :)

Deniz kenarında güzel bir yerde güzel bir kahvaltı ediyoruz. Temiz hava bol güneş, baya yiyoruz. Artık istikamet Ankara ama son bir iki yer var yol üstünde uğrayacağımız. İlki Ordu’nun Boztepe’si. Yaklaşık bir 7-8 km mesafede Ordu merkezden. Şehrin içeri doğru yayıldığını, onun arkasındaki dağları, tepeleri, sol tarafınızda denizin uçsuz bucaksız mavisini, Orduspor’un yeşilini, mor-beyazını gördüğünüzde, oturup güzel bir çay içtiğinizde dereleri ters akan şehre karşı, dinleniyorsunuz, kendinizi iyi mutlu hissediyorsunuz hafif esen rüzgârın altında.
Boztepe’yi bırakıp bu sefer Ordu Perşembe’nin Anaç Köyü’ne doğru yol almaya başlıyoruz. 99’un Ağustos’unda fındık toplamaya gittiğimiz bizim Redkit’lerin evine ve fındık bahçesine doğru gidiyoruz. Redkit ve müstakbel eşi hafta sonu oradaydılar ancak biz dönerken sadece anne babası oradaydı. Onlar da benim liseden öğretmenlerimdi zaten, yabancı değiller yani. Evi bulmakta biraz zorlandım açıkçası. Gördüğümde tanıyacağımı biliyordum ama yine de şaşırmadım değil 1-2 kez. Güler ve Hüseyin hoca kapıda karşıladılar bizi, sağolsunlar. Oradaki eski ev baştan aşağı yenilenmişti. Teras bizim gibi işçiler içindi. Bir duvarı yoktu ve o kısım fındık bahçeleriyle dolu yeşil dağlara bakıyordu. Fındık toplamaya gittiğimiz o senelerde havanın yağmurlu olup da çalışmamıza izin vermediği zamanlarda o terasa oturur king çevirirdik, yanı başımızda semaverle. Akşamları bütün yengeler toplanır evin önünde yine yemekten sonra semaver yakılır gecenin geç saatlerine kadar güzel muhabbetler dönerdi. O günleri yâd etmek güzel geldi. Manzaraya karşı balkonda yenilen yemek ve üzerine Hüseyin hocanın yaktığı semaverden çay içmek de gayet güzel geldi ayrıca. Ama ilginç olan önceden o terastan, o balkondan deniz görünmezdi. Yemekten önce Hüseyin hocanın kivilerini ve fındık topladıktan sonra günün yorgunluğunu atmak için gittiğimiz dereyi ziyaret ettik. Köpekkaşı denilen bir yer vardı dere üzerinde, bildiğiniz doğal kaydırak. Akşamları orda serinlerdik. İçimiz gitmedi değil buz gibi suya girmek için ama hazırlıksızdık.
Yer kalmayan arka koltuğa biraz da taze fındık sıkıştırdıktan sonra teşekkür ettik ev sahiplerine ve düştük Ankara yollarına. Çorum’da bir leblebi molası verdikten sonra gecenin geç saatinde vardık güzel evimize.

Yola çıkmadan önce böyle bir turun 7-8 gün süreceğini tahmin etmiştim. Ama sürekli yolda olmanız sebebiyle az biraz yorulmanız ve gittiğiniz yerden hemen ayrılmak istemeyişiniz sebebiyle bizim Karadeniz turumuz 11 gün sürdü. Daha vakit olsa uğranacak yerler hala da vardı ama mesaiye başlamadan önce birkaç gün de evde dinlenmek istemiştik. Çok güzel yerler var Karadeniz’de görülmesi gereken. Belki de böyle sürekli gezmeyip güzel bir yaylada 3-5 gün geçirmek lazım. Öylesi de güzel olabilir açıkçası.

Yine de insanın evi gibisi yok, insan özlüyor evini :)

5 yorum:

Beercholic dedi ki...

fotolar çok güzel, kamerana ve eline sağlık..

Diego dedi ki...

eyvallah
ama canlı daha bi guzel oralar :)

Alkolik dedi ki...

ama en güzel yer atlanmış malesef:) Roma valisi I. polemon'un bolaman'ı...Bir dönem pontus eyaletinin en hareketli ticaret merkezi...

MAVİANNE dedi ki...

Ünye'den bahsetmeden Karadeniz turunu anlatmayı bitirmene içerledim doğrusu !!

Sumela manastırını görünce ben de hayal kırıklığına uğramıştım,
Hiç mi sahip çıkılamaz değerleimize,
Harabeye çevrilmiş güzelim yapı,

Bu video ile okumak da eğlenceli oldu,
Gerçekten de Karadeniz gezisi yapacaklar için rehber niteliğinde yazılar oldu bu postlar,

Yeni gezi yazılarını bekliyoruz artık

Diego dedi ki...

bolaman fln bilmem de boztepe den ordu ya bakmak güzeldi hakkaten yeşil mor ve beyaz i bir arada görmek.

bundan sonra uzunca bi süre gezi olmaz herhalde, kış uykusuna yatıcam :)