karadeniz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
karadeniz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2009 Pazartesi

Dursun Kaptan

"dursun kaptan bir kurtuluş savaşı türküsü. atatürk 19 mayıs'ta samsun'a çıktığı sıralarda karadenizli insanlar silah taşımak için batum'dan yola çıkıyorlar. fakat motorsuz kayıklarla, üçerli sıralı piyade kayığı deniyor bunlara. o sıralarda karadeniz'de ingiliz donanması geziyor ve en ufak bi karaltı gördüğünde batırıyor. o yüzden çok korkarak ve kıyıya yakın olarak gidiyorlar. bir tehlike gördüklerinde kayığın içindeki silahları kıyıya taşıyıp kayığı suya gömüyorlar, tehlike geçtikten sonra suyu boşaltıp tekrar silahları yükleyerek taşımaya çalışıyolar. türkü, bunun hikayesini anlatıyor. bir gün yine silah taşımaya giderlerken uzaktan bir gemi görüyorlar ve çok korkuyorlar. teknenin kaptanı, dursun kaptan dürbünü isteyip bakıyor hangi gemi acaba diye. o sırada, gizli kuvayi milliyeci olan osmanlı donanmasına ait gül cemal isimli bir gemi olduğunu görüyor ve çok seviniyor. bunun üzerine kayıktaki arkadaşlarından kemençeci ali'ye "kemençeni al, bunu bir kutlayalım" diyor ve kemençeyle irticalen bu türküyü söylüyor..."



"Dursun Kaptan batumdan, avare etti kalkti,
Şişurdi yelkenleri, cigarasini yakti.
Pupa yelken giderken, küpeşteye yaslandı,
Dursun Kaptanı görsen, sanırsın bi aslandı.
Taka yükü cephane, Tirabizona varacak.
Düşmana rast gelirse, takaya batiracak.
Vardiyadan bağirdi , Dursun Kaptan bir duman,
Uşaklar hep ahesta ne diyecek kahraman.
Kaptan aldi aynayi, dediki gürcemaldur.
Bir horon edeceuk, kemenceyi kaldur.
Giderik yali yali, tutaruk makriyali.
Kemeri bordaladuk, vur kemenceyi Ali.
Piryas çakayi piryas selam olsun Rizeye.
Ellibes sefer ettik, Kuvvayi Milliyeye.
Of, Sürmene, Arakli, yanastik Tirabizona.
İstiklal savaşina çalistuk kana kana."

3 Eylül 2009 Perşembe

Gezi Yazıları - Karadeniz Turu - Ekstralar

Fırtına Deresi

Mola

Yollar

Cancik Pansiyon, Çat/Çamlıhemşin

Tavla

Ayı, domuz vb. vahşi hayvan savar. 10 dakikada bir patlayıp uykunuzun içine eder.

Çakıl ve ev ahalisinin bir kısmı :)

Kito (Gito) Yaylası, Hemşin

Çiçekli Yaylası, Çamlıhemşin

Kaçkar Kahvehanesi, Kavrun Yaylası/Çamlıhemşin

Firdevs Abla'nın Muhlama Evi, Kavrun Yaylası/Çamlıhemşin

Kavrun Yaylası'ndan Kaçkarlar

Dönüş Yolu

Gürcistan Sınırı, Camili/Borçka

Maçahel Pansiyon, Camili/Borçka

Kuru fasulye, Lale Restaurant/Çayeli

Rizespor'un yeni stadı, Rize

Karadeniz'e nazır kahvaltı, Tirebolu

Pokut Yaylası, Çamlıhemşin

Pokut Yaylası, Çamlıhemşin

1 Eylül 2009 Salı

Gezi Yazıları - Karadeniz Turu - Bölüm 3

Çayeli’nden öteye giderum yali yali…

Ama yolunuz Çayeli’ne düşüyorsa saat kaç olursa olsun Lale’ye veya Hüsrev’e uğrayıp meşhur ve leziz kuru fasulyesinden yemeden geçmeyin öteye. Biz Camili’den Uzungöl’e geçerken henüz saatler 12 olmamışken giriverdik Çayeli’ne. Ana cadde boyunca ilerledik ve sonunda Lale Restaurant’ı bulduk. Herkese birer porsiyon kuru fasulye, ortaya salata, turşu, pilav ve fasulye kavurması. 3 porsiyon kuru fasulyenin ikisini ben yedim :) Çiko sevmezmiş pek, ne diyeyim kendi kaybeder.

Rize merkezden son kez geçerken Rize Kalesi de görmeden gitmeyelim diye çıkıyoruz kaleye. Kalenin içini gayet güzel yapmışlar. Yeşillik alan, banklar, masalar, büfeler, semaverde çay. Bütün Rize ayaklarınızın altında, dağlarda çay yeşili denizde gök mavisi. Yarım saatlik bir çay molası verip bu güzelliğin tadını çıkarıyoruz, tavşankanı çay kıvamında. Bana sorarsanız Rize il merkezi bazında Karadeniz’in en güzel ili.
Of çekerek düşüyoruz yine yollara, Of üzerinden Çaykara’ya oradan da Uzungöl’e. Telefonlarını aldığımız birkaç pansiyonu, moteli arıyoruz ancak onlarda yer bulamayınca yol üstünde gördüğümüz yerlere soruyoruz. Sonra İnci Motel çıkıyor karşımıza ve yerleşiyoruz. Çoğu pansiyon ya da motel gibi burası da ahşaptan ve gölün güneyinde yer alıyor. Asıl köy ise gölün kuzey tarafında ve yamaçta, merkezin biraz üzerinde. 1090 metre yükseklikte olan Uzungöl, yamaçlardan düşen kayaların Haldizen deresinin önünü kapatmasıyla oluşmuş ve bundan sonra da insanların dikkatini çekmeye başlamış. Birçok yerli ve yabancı turist Doğal Sit Alanı, Özel Koruma Çevresi ve Tabiat Parkı gibi koruma statülerine sahip olan bölgeyi ziyaret ediyor yaz kış. Motele yerleştikten sonra akşam yemeği için dışarı çıkıyoruz. Tereyağında balık ve salata var menüde.
Ertesi gün temiz ve serin havanın tadını çıkarıyoruz bütün gün Uzungöl’de. Gün boyu yağmur çiseliyor. Uzungöl o zaman kadar uğradığımız bütün yerlerden serin, ben bile üşüyüp polarımı alıyorum üzerime. Göle hafif yukarıdan bakan, atıştırmak için gözleme çay yiyip içerken göle düşen yağmur damlalarını izleyebileceğiniz güzel bir cafe var. Gölün güneyine sanırım bölgeye biraz daha renk katmak için suni şelaleler yapmışlar. Oradan dönerken meşhur Anzer Balı satan Ahmet abiye rastladık. Gevezeliği ile zaten almaya niyetli olduğumuz güzelim ballarından sattı bize. Bayanlar her yerde olduğu gibi pansiyonlar bölgesinde bulunan bütün hediyelik eşya dükkânlarına girip çıktılar. Onlarla birlikte ben de tabi ki.
Gölün kuzeyi ile güneyini birleştiren toprak bir yol vardı önceden, araçlar dâhil bu yolu kullanırlardı. Ama belediye bir düzenleme yapmış ve gölün o kıyısını doldurarak yolu genişletmiş ve sanırım sonunda da asfalt dökülecek. Açıkçası gölün doğal yapısını bozmuş bu yol. Ayrıca, gölün bir kenarına dolgu yapıldığı için gölün ekosistemine de zarar vermiş olması muhtemel.

Bir de Uzungöl Camii var ki sanırım Ortaköy Camii’nden sonra ikincidir, ün bakımından.
İki günlük Uzungöl çıkarmasından sonra artık yavaş yavaş Ankara’ya doğru yaklaşma zamanımız gelmişti. Yol üzerinde uğrayacağımız yerler olduğu için ertesi sabah erkenden düştük yola. İstikamet Sümela Manastırı idi.

Taşlı Maçka yollarından geçip ufak birkaç tesisin bulunduğu, manastıra yürüyerek çıkılan patika yolun başına ulaşıyoruz. Aslında araba yolu da yapılmış, manastıra yakın bir yere kadar arabayla çıkılabiliyor ancak biz işin tadı bu patikadan çıkmak diyerek yaya yolunu tercih ettik. Yarım saatlik zorlu bir patika tırmanışının ardından manastıra ulaştık. Gerçekten yüksek ve görülmeye değer. Bunu buraya nasıl yapmışlar diye şaşırıyor insan.
Efsaneye göre, Atina'lı iki keşiş aynı rüyayı görmüşler; rüyalarında, İsa’nın öğrencilerinden Aziz Luka’nın yaptığı üç Panagia ikonundan, Meryem'in bebek İsa’yı kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olarak Sümela'nın yerini görmüşler. Bunun üzerine birbirlerinden habersiz olarak deniz yoluyla Trabzon'a gelmiş, orada karşılaşıp gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmış ve ilk kilisenin temelini atmışlardır. Bununla birlikte manastırdaki fresklerde sıkça yer alıp, özel bir önem verilen Trabzon İmparatoru III. Alexios’un (1349-1390) manastırın gerçek kurucusu olduğu sanılmakta imiş.
Sonra bir de böyle bir tarihi eserin içine nasıl etmişler diye de şaşırıyor insan. Zira bütün figürler delik deşik edilmiş. Yazılar yazılmış, grafikler çizilmiş üzerlerine. Sonra restorasyon yapalım biz buraya demişler ve tahmin edin ne olmuş. Sanki mahallenin çocukları gelip okulun duvarlarını boyar gibi boyamışlar manastırın kilisenin duvarlarını. Maalesef perişan olmuş Sümela Manastırı.
O patikayı çıkıp inmek bizi hayli yormuş olmalı ki iner inmez derenin üzerindeki restorana oturup yemek siparişi veriyoruz. Çaylarımızı da içtikten sonra düşüyoruz tekrar yollara. Trabzon Vakfıkebir’de güzel bir fırında durup en büyüklerinden Trabzon Vakfıkebir Ekmeği alıyoruz ki tadı ve kokusuyla lezzetli bir ekmektir ve de uzun süre bayatlamadan bekleyebilir.

Giresun’a doğru ilerledikçe bulutlar kararmaya ve çok geçmeden de silecekleri son ayarda çalıştırmamıza sebep olacak kadar şiddetli yağmur yağmaya başlıyor. Havanın da kararmasıyla birlikte Giresun Tirebolu’da konaklamaya karar veriyoruz. 7 odalı Tirebolu öğretmenevini zor da olsa buluyoruz. Eşyaları indirene kadar sırılsıklam ıslanıyoruz. Akşamı Çiko çekirdekleriyle, Cukor kare karalamaca bulmacasıyla, ben de kitabımla öğretmenevinin okuma odasındaki televizyonun önünde geçiriyoruz. Çaylar bir alt kattaki lokal gibi de kullanılan çay ocağından geliyor.
Ertesi sabah erken vakit kalkıyoruz. Öğretmenevinde kahvaltı olmadığı için deniz kenarında yapalım bu son gün kahvaltımızı diye hevesleniyoruz. Deniz kenarına inmeden Tirebolu’nun meşhur 42 numaralı çayından alıyoruz birer kilo. Burada bulunmayan bu çay orda her markette satılıyor. Bu arada arabanın bagajı ve arka koltuğu dolup taşıyor bütün bu ekmek, çay, hediyelik eşyalar, kumanya, abur cubur, kornişon turşu ve çekirdekten dolayı :)

Deniz kenarında güzel bir yerde güzel bir kahvaltı ediyoruz. Temiz hava bol güneş, baya yiyoruz. Artık istikamet Ankara ama son bir iki yer var yol üstünde uğrayacağımız. İlki Ordu’nun Boztepe’si. Yaklaşık bir 7-8 km mesafede Ordu merkezden. Şehrin içeri doğru yayıldığını, onun arkasındaki dağları, tepeleri, sol tarafınızda denizin uçsuz bucaksız mavisini, Orduspor’un yeşilini, mor-beyazını gördüğünüzde, oturup güzel bir çay içtiğinizde dereleri ters akan şehre karşı, dinleniyorsunuz, kendinizi iyi mutlu hissediyorsunuz hafif esen rüzgârın altında.
Boztepe’yi bırakıp bu sefer Ordu Perşembe’nin Anaç Köyü’ne doğru yol almaya başlıyoruz. 99’un Ağustos’unda fındık toplamaya gittiğimiz bizim Redkit’lerin evine ve fındık bahçesine doğru gidiyoruz. Redkit ve müstakbel eşi hafta sonu oradaydılar ancak biz dönerken sadece anne babası oradaydı. Onlar da benim liseden öğretmenlerimdi zaten, yabancı değiller yani. Evi bulmakta biraz zorlandım açıkçası. Gördüğümde tanıyacağımı biliyordum ama yine de şaşırmadım değil 1-2 kez. Güler ve Hüseyin hoca kapıda karşıladılar bizi, sağolsunlar. Oradaki eski ev baştan aşağı yenilenmişti. Teras bizim gibi işçiler içindi. Bir duvarı yoktu ve o kısım fındık bahçeleriyle dolu yeşil dağlara bakıyordu. Fındık toplamaya gittiğimiz o senelerde havanın yağmurlu olup da çalışmamıza izin vermediği zamanlarda o terasa oturur king çevirirdik, yanı başımızda semaverle. Akşamları bütün yengeler toplanır evin önünde yine yemekten sonra semaver yakılır gecenin geç saatlerine kadar güzel muhabbetler dönerdi. O günleri yâd etmek güzel geldi. Manzaraya karşı balkonda yenilen yemek ve üzerine Hüseyin hocanın yaktığı semaverden çay içmek de gayet güzel geldi ayrıca. Ama ilginç olan önceden o terastan, o balkondan deniz görünmezdi. Yemekten önce Hüseyin hocanın kivilerini ve fındık topladıktan sonra günün yorgunluğunu atmak için gittiğimiz dereyi ziyaret ettik. Köpekkaşı denilen bir yer vardı dere üzerinde, bildiğiniz doğal kaydırak. Akşamları orda serinlerdik. İçimiz gitmedi değil buz gibi suya girmek için ama hazırlıksızdık.
Yer kalmayan arka koltuğa biraz da taze fındık sıkıştırdıktan sonra teşekkür ettik ev sahiplerine ve düştük Ankara yollarına. Çorum’da bir leblebi molası verdikten sonra gecenin geç saatinde vardık güzel evimize.

Yola çıkmadan önce böyle bir turun 7-8 gün süreceğini tahmin etmiştim. Ama sürekli yolda olmanız sebebiyle az biraz yorulmanız ve gittiğiniz yerden hemen ayrılmak istemeyişiniz sebebiyle bizim Karadeniz turumuz 11 gün sürdü. Daha vakit olsa uğranacak yerler hala da vardı ama mesaiye başlamadan önce birkaç gün de evde dinlenmek istemiştik. Çok güzel yerler var Karadeniz’de görülmesi gereken. Belki de böyle sürekli gezmeyip güzel bir yaylada 3-5 gün geçirmek lazım. Öylesi de güzel olabilir açıkçası.

Yine de insanın evi gibisi yok, insan özlüyor evini :)

28 Ağustos 2009 Cuma

Gezi Yazıları - Karadeniz Turu - Bölüm 2


Nerde kalmıştık? Ayder’den yola devam. Ama yine önce müziğimizi açalım lütfen. Bu seferki bir gürcü şarkısı, ilk kez Kardeş Türküler’den dinlediğim ama Sonbahar filminde gürcü ablaların söylediği.

Yine Çamlıhemşin üzerinden öğle saatlerinde 1350 m’deki Ayder’e ulaştık. Burası daha turistik bir yer olduğu için yolları son model asfalttı. Kalmak için 3-5 yer soruşturduktan sonra mütevazı ahşap bir pansiyona yerleştik. Ayder yaylası ladin ve kayın ağaçlarıyla kaplı, şifalı kaplıcaları olan, turizm bölgesi ilan edilmesinden sonra pansiyonların otellerin inşa edildiği ama kendi çadırınızı da kurabileceğiniz, yeşilin, temiz havanın tadını çıkarabileceğiniz güzel bir yer. Temiz hava bol oksijenden sanırım insanın iştahı açılıyor ve erkenden uykusu geliyor ayrıca.

Ertesi gün kahvaltıdan sonra Ayder’den 13 km, yaklaşık 1-1,5 saat uzaklıkta yine taşlı yayla yolları olan ve 2260 metre yükseklikteki Yukarı Kavrun (Kavron) yaylasına çıkmak için minibüsteki yerimizi alıyoruz. Burası Karadeniz turu boyunca en sevdiğim yerlerden birisi. Kaçkar Dağı zirvesine (3937 m) yaklaşık 8 km mesafede ve Kaçkarlara tırmanış yapan dağcıların ilk kamp yeri olan Yukarı Kavrun yaylasında bir kafeterya, pansiyon ve cafe var. Ve bir de bakkal tabi ki. Yukarı Kavrun’a çıktığımız gün havanın güzel olması da ayrı bir şans bizim için, ki farkına varmadan yanmışız da biraz.

Kaçkarların zirvelerini gördükçe insanda daha yukarılara tırmanma isteği uyanıyor. Biz de içimizdeki sesi dinleyip çıktık yukarılara doğru. Ama çıktıkça yeni bir zirve beliriyor önünüzde, bitmek bilmiyor. Arkamızdan bir dağcı grup gelip bizi geçiyor. Dağı aşarak diğer taraftaki yaylalara doğru gidiyorlar. Gitmeden önce Kavrun yaylasının daha ilerisinde yaklaşık 3 saatlik bir yürüme mesafesinde göller olduğunu öğrenmiştim. Ama maalesef ki hem yerlerini bilmiyorduk hem de oraya gidip gelmek için yeterli zamanımız yoktu. Zira bizi getiren şoför saat 15:00 gibi geri döneceğimizi ferman buyurmuştu. Etrafa yavaş yavaş sis çökerken biz de Kavrun’dan ayrılıp Ayder’e doğru yol alıyoruz tekrar. Ki tesadüf müdür yoksa her zaman mı öyledir bilmiyorum ama akşam üzeri bir iki saatliğine bir sis kaplıyor her yanı, sonra tekrardan açılıyor manzara yaylalarda. Akşam yemeğinden sonra bayanlar turistik dükkânlarda alışveriş turuna başlarken ben pansiyonun yolunu tutup Fener-Honved 2. maçını izlemeye gidiyorum. Konaklama yine Ayder’de.

Ayder’den sonra istikamet Borçka üzerinden Maçahel. “Maçahel’e gitmesi çaba dönmesi ise irade ister” diye yazmıştı haftasonu gazetenin seyahat eki. Borçka’dan sonra 50 km’lik yine zorlu bir köy yolu ile ulaşılıyordu Maçahel’e. Durumu bildiğimizden ve ilk gün zorlu yayla yollarında yeteri kadar badire atlattığımızdan dolayı arabayı Borçka’ya bırkıp ordan Maçahel’e minibüsle geçmeyi planlamıştık. Kahvaltıdan sonra Ayder’den ayrılıp, öğleden sonra Borçka’ya ulaştık. Arabayı uygun bir yere bırakıp ilçenin pazarında biraz dolandıktan sonra saat 17:00 gibi Maçahel’e giden minibüste yerimizi aldık. Yaklaşık 2,5 saat süren sisli hatta yer yer yağmurlu uçurum kenarındaki dağ yolundan ilerleyerek Maçahel geçidini aştık. Yol boyunca köylülerin siparişlerini dağıtmak için bol bol durmak zorunda kaldık.

Maçahel, Artvin’e ve Gürcistan'ın Acaristan Özerk Cumhuriyeti'ne yayılan ve toplam on sekiz köyden oluşan vadi ve tarihsel bölgenin adı. Maçahel'in Gürcistan tarafında kalan bölümünde 12, Türkiye tarafındaki bölümünde ise 6 köy (Camili, Düzenli, Efeler, Kayalar, Maral, Uğur) varmış. Ve bölge genetik özellikleri bozulmamış saf kafkas arısı ve Maçahel Balı ile ünlü imiş. Hatta bu konuda TEMA bölgeyi desteklemiş ve oraya gelip gidenler için bir de pansiyon-otel arası bir TEMA evi yapmış. Biraz daha konfor arayanlar için kalınması daha makul olan bir yer. Yoksa bizim gibi diğer pansiyonlarda kalmanız gerekir ki onlara da pansiyon değil aslında köy evi demek daha doğru olur. Ayrıca, Maçahel’e daha yukardan bakmak istiyorsanız Camili’de değil de diğer köylerde de konaklayabilirsiniz. Ama Maçahel pansiyonun işletmecisi genç BoraBora, TEMA evinin hemen yanında olan pansiyonunu zaman içerisinde geliştirecektir eminim.

Yöresel yemekleri annesi, servisi kız kardeşi yaparken o da müşterileriyle ilgileniyor, muhabbet ediyor. Tam anlamıyla bir aile ortamı yani. Yemeğinizi açık havada balkonda yeşile karşı yiyorsunuz ve üzerine bir demlik çay geliyor sizin için. Yağmur çiseliyor gece boyunca. Ertesi gün ise sadece 1 saat ara verip devam ediyor yağmaya. Bu yağmur bölgeyi dolaşmamıza engel olsa da bir yandan da balkonda oturup doğayla baş başa dinlenmemizi sağlıyor. Ama maalesef ertesi sabah Maçahel’den ayrılacağımız vakit yolun heyelandan dolayı hemen hemen kapanmasına da neden oluyor aynı yağmur. Neyse ki bir arkadaşını Borçka’ya götüren ve bizi de yanlarına alan usta şoför BoraBora bizi sağ salim ulaştırıyor Borçka’ya, her ne kadara ehliyeti olmasa da. Yol üzerinde Karagöl var aslında uğranılası bir yer ancak uçağa yetişmek zorunda olan bir yolcumuz var.

Oraya kadar gitmişken günü birlik Batum’a da geçmek geliyor aklımıza ama daha uğrayacak yerlerin olması ve açıkçası düşündüğümden daha fazla zamana ihtiyacımız olduğunu fark etmemiz üzerine bu plandan vazgeçiyoruz ve çeviriyoruz direksiyonu Uzungöl’e.

27 Ağustos 2009 Perşembe

Gezi Yazıları - Karadeniz Turu - Bölüm 1

Güzergâh yukarda görüldüğü gibiydi. Her ne kadar görmek istediğimiz bütün yerleri göremesek de Gürcistan sınırına kadar uzanan güzel bir Karadeniz turu oldu. Yazıyı okumaya devam etmeden önce şarkıyı başlatın, zira biz bütün yol boyunca bu güzelim Karadeniz türküleriyle yol aldık.


Pazar sabah gün ağarırken düştük yollara, ben, Cukor ve Çiko. Ne zaman nereye gideceğimiz belli değildi, sadece görmek istediğimiz yerlerin listesini çıkarmış gerisini keyfimize bırakmıştık. Tek düşüncemiz dönüş yolunu kolaylaştırmak ve dinlene dinlene dönebilmek için ilk gün gidebildiğimiz kadar yol gitmekti. Haliyle bastık gaza, ama Merzifon’da cezayı yapıştırdılar kol gibi. Samsun-Ankara arası yer yer yol çalışmaları var ancak Karadeniz kıyısına ulaştıktan sonra yolculuk gayet keyifli, bir tarafınızda yeşil bir tarafınızda mavi ile. Her ne kadar yapılan yol insanların denizle bağını biraz kesmiş olsa da ulaşım açısından baktığınızda gayet güzel ve rahat bir seyir imkanı sunuyor. Akşama yakın Rize’ye ulaştık, şehir merkezinde deniz kıyısında güzel bir balık yedikten sonra Rizespor’un yeni yapılan stadının çok yakınında bulunan öğretmenevine yerleştik. Stad açılışının Fenerbahçe ile yapılacağını duyduk ama maalesef ki bizim dönüş tarihimizden sonraya geliyordu. Yoksa illa ki izlenirdi. Akşam öğretmenevinde dev ekranda süper kupa keyfi vardı :)

Eski şirketten Hemşinli bir arkadaşım vardı (bundan sonra Çakıl olarak anılacaktır:) ve bizden bir gün önce O da köyüne gitmişti. Ona da uğrayıp 1-2 gün kalmak, meşhur Zuğa’yı ve Gito yaylasını görmek niyetindeydik. Çakıl’la haberleştik ertesi gün, Çamlıhemşin üzerinden Çat Köyü’ne, oradan da Kale ve Çiçekli yaylalarına gideceklerini söyledi. Gece de tekrar O’nun köyüne dönecektik. Sabah Pazar’da buluştuk. Onlar 3 arabaydı ve toplamda 20 kişi civarındaydık, çoluk çocuk cümbür cemaat yani. Düştük yola. Fırtına deresi boyunca Çamlıhemşin’e doğru yol aldık. Çamlıhemşin yukarıdaki yaylalara ulaşmak için herkesin geçtiği bir merkez adeta. Çamlıhemşin’den yol ikiye ayrılıyor, sol taraftan Ayder’e sağ taraftan da bizim gideceğimiz yaylalara. Yaklaşık 40-50 km’lik bir yayla yolu. Aslında yol demeye bin şahit ister. Virajlı, bir tarafı uçurum, çukurlu, büyük taşlardan ve kayalardan oluşan bir yol. İkinci vitese atabildiğiniz nadir bölümleri var. Bir de arabanın altını vurmayalım diye daha da bir dikkatli olmanız gerekiyor. Haliyle 40-50 km’lik yolu 3,5 saatte ancak alabildik. Yol üzerinde Osmanlı döneminden sonra Kale-i Zir olarak anılan ve askeri amaçla kullanılan ancak kesin yapım tarihi bilinmemekle birlikte Trabzon İmparatorluğu döneminde lordlar tarafından yaptırıldığı tahmin edilen Zilkale’yi ziyaret etme şansımız da oldu.

Yolun yarısından sonra bir yerlerde bizim sağ lastik yoldaki sivri taşların biri tarafından parçalandı. Değiştirip yola devam ettik ama bu bizi biraz tedirgin etmişti. Bu nedenle yaylaya yakın bir yerde bizim arabayı bırakıp diğer 3 arabadan biri olan Isuzu pick up a geçtik. Sıkıntılı bir yolculuk sonunda Kale yaylasının hemen biraz yukarısındaki Çiçekli yaylasına ulaştığımızda saatler 15:00’i geçiyordu. Yine de temiz hava ve güzel bir manzara vardı. Zira bulunduğumuz yer yaklaşık 2800 m’deydi. Ancak kısa bir süre sonra sis çökmeye başlamış ve etrafı gezmemize engel olmuştu. Çiçekli yaylasında gruptakilerden birinin akrabasının evine gittik. Sağolsunlar o kadar kişinin karnını doyurdular hatta çay ikram ettiler. Ve hayatım boyunca yediğim en güzel muhlamayı orada yedim, daha da ötesi karnımı sadece onunla doyurdum. Yine de oradaki güzelliği doya doya yaşayamadığımı itiraf etmeliyim. Zira dönüş yolu beni oldukça endişelendiriyordu. Ki yukarı çıkarken otomatik vites olan Toyota Corolla da debriyaj balatalarını yemişti. Neyse ki sağ salim Çamlıhemşin’e inebildik akşam saatlerinde. Çamlıhemşin’de farları arıza yapan Isuzu’yu elektrikçiye göstermek için durduğumuz da ise WV Bora’nın karteri deldiğini fark ettik. Biz de arabanın altını zaman zaman vurmuştuk ancak diğer araç bundan kurtulamamıştı demek. Pazar’a indiğimizde o arabayı sanayiye bırakıp diğer üçüyle devam ettik.

Çakıl’ın evi Hemşin ilçesinin yukarısındaki Zuğa’dan sonraki son evdi. Ve oraya ulaştığımızda vakit gece yarısını geçmekteydi. Haliyle ertesi gün bir yere kımıldayacak halimiz kalmamıştı. Biz de bütün gün evde takıldık, etrafta yaptığımız küçük bir yürüyüşü saymazsak. Gayet güzel manzarası evin, önünde mısır ve çay bahçesi, meyve ağaçları, arı evi ve de en çok sevdiğimiz Nalya’sı. Nalya, mısır, ceviz, fındık, fasulye vb. kurutmak ve saklamak için 4 direk üzerine kurulan, direklerin üzerinde fare ve diğer zararlıların ulaşmasını engellemek için yuvarlak ağaç tekerler bulunan, yine aynı sebeple sabit bir merdiveni bulunmayan ve altı boş olan bir yapı. Serender yada bugünün kileri diyebiliriz.

Sabah kahvaltıdan sonra semaveri de alıp Nalya’nın altında temiz havanın ve güzel manzaranın tadını çıkardık. Tek eksiğimiz konfordu. Zira nalyada küçük taburelerde oturuyorlardı. Ama ben olsam oraya kesinlikle bir koltuk takımı atardım :) İlk günü maceralı bir yolculukla ikinci günü ise dinlenerek ve huzur içinde geçirmiştik ancak Çakılların yaylası olan Gito’ya çıkmak için zamanımız yoktu. Onlar da kalabalık oldukların için ha deyince yaylaya çıkamayacağımızdan her şey için teşekkür edip Çakıl’a ve bütün ev halkına, ertesi sabah düştük yine yollara. İstikamet Ayder’di.